sex hikaye

Belirsizlikle Kuşatılmış Bir Gelecek: Türkiye’de Çocuk Olmak, Büyümek ve Kaygıyla Hayatta Kalmak

Günümüz Türkiye’sinde büyüyen çocuklar, umut eksenli bir gelecek tahayyülünden ziyade, değişime olan inancın erozyona uğradığı bir gerçeklik algısıyla hayata tutunmaya çalışıyor. Ergenlik dönemine yaklaşan bireylerin yönelttiği içsel sorgulamalar, yalnızca bireysel gelişim evrelerinin değil, aynı zamanda toplumsal bir inanç krizinin dışavurumudur. Artık birçok çocuk için gelecek, planlanan ya da hayal edilen bir zaman dilimi olmaktan çıkmış; müdahale edilemeyen, yön verilemeyen ve değiştirilemeyen bir meçhule dönüşmüştür.

Bu durum, yalnızca ekonomik koşullarla açıklanamayacak kadar çok katmanlı bir psiko-sosyal iklimin ürünüdür. Duygusal olarak geleceği tahayyül edemeyen, toplumsal aidiyet hissini kuramayan ve zihinsel olarak sürekli alarmda kalmak zorunda hisseden çocuklar, varoluşsal bir boşlukta yaşamaya itilmiştir. Bu boşluk, yalnızca bugüne ait bir kaygı değil; aynı zamanda yarına dair bir belirsizliğin, çocuk zihninde kalıcı bir çaresizlik duygusuna dönüşmesidir.

Belirsizliğin Çocuk Ruhu Üzerindeki Yıkıcı Etkileri: Toplumsal Entropi ve Pedagojik Tükenmişlik

Çocukların yaşadığı dünya artık yalnızca bireysel bir yaşam serüveninin değil, toplumsal entropinin –yani düzenin kargaşaya evrilmesinin– çocukluk ruhuna yansıdığı bir varoluş sahnesidir. Geçmişin “çocukluk nostaljisi” dediğimiz o güvenli, sabit ve yerleşik zamanları; yerini sürekli değişen, kırılgan ve ön görülemez bir gerçekliğe bırakmıştır. Artık çocuklar sabah kalktıklarında neyi kontrol edebileceklerini değil, neyin daha fazla tehdit yaratacağını hesaplayarak güne başlamaktadır. Ve bu durum, yalnızca sosyo-ekonomik dezavantajlı gruplara değil; orta sınıfın daralmasıyla birlikte tüm toplumsal kesimlere yayılmakta, bir tür pedagojik tükenmişlik sendromuna neden olmaktadır.

Bu tükenmişlik, yalnızca çocukları değil; onları yetiştiren eğitimcileri, ebeveynleri ve hatta karar vericileri de içine çekmektedir. Eğitim sistemi, bir dönüştürücü güç olmaktan çıkarak yalnızca kriz yöneten, müdahale eden ama çözüm üretemeyen bir araca dönüşmüştür. Eğitim ortamları, çocukların zihinsel gelişiminden çok, psikolojik çöküşünü ertelemeye çalışan yapay güvenlik alanlarına dönüşmüş; öğretmenler ise bilgiyi aktarmaktan çok, travmaları yönetmeye çalışan bir tür “duygusal tampon” görevini üstlenmek zorunda kalmıştır.

Ontolojik Güvensizlik ve Kimlik Erozyonu

Modern Türkiye’de çocuk olmak; yalnızca ekonomik zorluklarla değil, varoluşsal bir kimlik çatışmasıyla da mücadele etmeyi gerektiriyor. Anthony Giddens’in “ontolojik güvenlik” kavramıyla ifade ettiği, bireyin dünya karşısında geliştirdiği temel güven duygusu, çocukların yaşamlarında giderek aşındı. Çünkü artık çocuklar sadece “kendi kimliklerini” değil, aynı zamanda ülkenin sürekli değişen değer sistemleri, eğitsel hedefleri, kültürel aidiyet sınırları içinde de bir yer edinmeye çalışıyorlar. Bugün ilkokul çağındaki bir çocuk, birkaç yıl içinde değişen müfredatlar, karşıt söylemler, güncellenen hedefler ve sürekli iptal edilen idealler arasında kendi aidiyet haritasını kurmakta zorlanıyor. Bu da zamanla kimlik erozyonuna ve psikolojik dağılmaya neden oluyor. Kendi geçmişiyle bağ kuramayan, geleceğini kestiremeyen ve bugününe sahip çıkamayan bir çocuk profili, yalnızca bir bireysel kriz değil; kolektif bir sosyal çöküşün işaretidir. Bu çocukların sessizliği, aslında sistemin çığlığıdır. Ve bu çığlık, yalnızca pedagojik araçlarla değil; kültürel, politik ve epistemolojik bir yeniden yapılanmayla duyulabilir hale gelecektir.

Sistem Tasarımı ve Mikro-Dönüşüm Dinamikleri

Türkiye’de yaşanan çocukluk krizini anlamak için sadece mevcut sistemin eksiklerine değil, sistemin nasıl tasarlandığına da bakmak gerekir. Eğitim politikaları çoğu zaman “mekanik planlama” yaklaşımıyla, yani ölçülebilir çıktı ve hedeflere göre şekillendirilmiştir. Oysa insan zihni ve gelişimi, mekanik değil; organik kompleksite içinde var olur. Çocuklar yalnızca sınav başarısıyla ölçülemez; onların hayata karşı tutumları, estetik zevkleri, içsel bütünlükleri, duygusal zekâları ve etik duyarlılıkları da değerlendirme sisteminin temel yapıtaşları olmalıdır.

Bu nedenle önerilecek her çözüm, yalnızca makro reformlarla sınırlı kalmamalıdır. Mikro-dönüşüm dinamikleri; yani sınıf içi atmosfer, öğretmen-öğrenci ilişkisi, yerel kültürel dokularla kurulan bağlar ve bireyin kendilik inşası gibi alanlarda da dönüşüm sağlanmalıdır. Sürdürülebilir hiçbir sistem, çocukların duygusal dünyasını ve toplumsal ilişkilenme biçimlerini dışarda bırakarak inşa edilemez.

Bu varoluşsal boşluk, yalnızca bireysel deneyimlerin yansıması değil; aynı zamanda kolektif bir kırılmanın sessiz ama sarsıcı yankısıdır. Çocukların ve ergenlerin içsel dünyasında beliren bu “geleceksizlik” hissi, onları sadece pasif bir bekleyişe değil, aktif bir anlamsızlığa itmektedir. Yaşamlarının erken dönemlerinde karşılaştıkları bu zihinsel iklim, onlara dünyayı keşfetme cesareti değil; dünyadan geri çekilme refleksi kazandırmaktadır. Eğitim ortamlarında dahi sıkça gözlemlenen bu içsel geri çekiliş; ilgisizlik, motivasyon eksikliği ve duygusal mesafe biçiminde kendini göstermektedir. Ve bu davranış biçimleri, çoğu zaman yalnızca “disiplin” sorunu olarak değerlendirilerek geçiştirilmekte; oysa bu semptomların ardında çok daha derin bir ontolojik güvensizlik yatmaktadır.

Burada temel sorun, çocuklara sunduğumuz yapının bilgi eksenli olmasından ziyade, anlam eksenli bir yapı kurmaktan uzak oluşumuzdur. Eğitim sistemleri, belirli becerileri kazandırmayı hedeflese de; bu becerilerin hangi kültürel iklimde, hangi etik temellerde ve hangi varoluşsal bağlamlarda yer bulacağına dair yeterli düşünsel çerçeve sunmamaktadır. Oysa bir toplumun çocuklarına sunduğu pedagojik yaklaşım, yalnızca bir öğretme biçimi değil; aynı zamanda onların nasıl bir insan olacaklarına dair örtük bir sözleşmedir. Ve bu sözleşme, yalnızca müfredatlarla değil; sınıf içi ilişkilerden, öğretmen tutumlarına; kültürel kodlardan, toplumsal değer hiyerarşisine kadar uzanan bir yapı içerisinde şekillenir. Dolayısıyla çözüm, yalnızca eğitim politikalarının revizyonunda değil; pedagojik ethos dediğimiz eğitimsel ruhun yeniden inşasında aranmalıdır.

Kültürel iklim, çocuğun birey olarak kendini tanımlama biçimini belirleyen temel atmosferdir. Çocuğa “değerlisin” mesajı yalnızca sözle değil; ona verilen zamanla, alanla, ilgiyle ve saygıyla inşa edilir. Bugün çocukların karşı karşıya kaldığı temel problem, yalnızca sistemin işlevsizliği değil; bu sistemin arkasındaki zihinsel dünyanın çocuğu bir ‘gelecek öznesi’ olarak değil, ‘şimdiyi yönetmekle yükümlü bir problem’ olarak görmesidir. Oysa çocuklar, yalnızca korunması gereken varlıklar değil; dönüşümün aktörleridir. Ve bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için onları içine alan kültürel bağlamın, onları konuşan değil, onları dinleyen bir dile sahip olması gerekir.

Çocuğu Merkeze Alan Bir Yeniden Yapılanma Modeli

Gerçek bir toplumsal dönüşüm için ihtiyaç duyulan şey, yalnızca mevcut yapının reforme edilmesi değil; çocuğun dünyasını merkeze alan, onun bireysel, duygusal ve zihinsel varlığını esas alan bütüncül bir yeniden yapılanmadır. Bu yeniden yapılanma modeli, eğitim politikalarının ötesinde bir pedagojik paradigma değişimini zorunlu kılar. Zira çocuk, sadece bilgi aktarılan bir nesne değil; dünyayla etkileşim kuran, anlam arayan, özneleşmeye çalışan bir varlıktır. İşte bu nedenle eğitimsel yapılanmanın merkezine, bilişsel performans yerine varoluşsal duyarlılığı yerleştirmek gerekir.

Bu modelde temel ilkelerden biri, çocuğun yalnızca akademik değil, duygusal ve etik gelişimini de gözeten holistik bir eğitim anlayışıdır. Eğitim kurumlarının işlevi, çocuğu yalnızca sınavlara hazırlayan değil; hayata dair farkındalık, sorumluluk ve aidiyet kazandıran mekânlara dönüştürülmesidir. Bu yaklaşım, emotional literacy (duygusal okuryazarlık) kavramını temel alan ve çocukların duygularını tanımasına, ifade etmesine ve düzenlemesine olanak sağlayan pedagojik uygulamaları içerir. Çünkü duygusal olarak yalnızlaştırılmış bir birey, bilişsel olarak da kapalı kalır; merak etmez, sormaz, sorgulamaz.

Aynı zamanda bu model, öğrenmenin yalnızca bireysel değil, sosyal bir süreç olduğunu kabul eder. Bu doğrultuda inter-subjective learning environments (özne-arası öğrenme ortamları) oluşturulmalı; öğrencilerin yalnızca öğretmenden değil, birbirlerinden de öğrenebilecekleri demokratik ve eşitlikçi sınıf iklimleri kurulmalıdır. Böyle bir ortamda çocuk, hem öğrenen hem öğreten bir rol üstlenerek, kendilik bilincini çok boyutlu biçimde geliştirir.

Modelin diğer bir taşıyıcı kolonu, öğretmenin rolünü “bilgi aktarıcı”dan “ilişki kurucu”ya dönüştürmektir. Eğitim sistemleri, öğretmeni yalnızca müfredat uygulayıcısı değil; çocuğun gelişimini gözlemleyen, onu sosyal bağlam içinde anlamlandıran, rehberlik eden bir figür olarak yeniden konumlandırmalıdır. Bu anlayış, öğretmenin psikopedagojik donanımını artırmayı ve mesleki gelişimini sürekli desteklemeyi gerektirir.

Son olarak, bu yeniden yapılanma modelinin sürdürülebilirliği için aile-okul-toplum üçgeninde sürekli bir diyalog ve ortak bilinç geliştirilmelidir. Çocuğun yaşamına değen her kurum ve figür, onun gelişiminde sorumluluğa sahiptir. Toplumsal bilinç, yalnızca yasa ve yönetmeliklerle değil; gündelik hayatın içinde çocuğa dair kurulan ilişki diliyle inşa edilir. Bu da, çocuğu yalnızca ‘geleceğimiz’ olarak değil, ‘şimdimizin eşit öznesi’ olarak tanıyan bir zihinsel devrim gerektirir.

Bugün bir çocuğun gözlerindeki yorgunluk, yalnızca uykusuz geçen bir gecenin değil; anlayışsız bir dünyanın yükünü taşımasının göstergesidir. O yük, sınavlardan, beklentilerden, baskılardan çok daha fazlasını içerir: Görülmemek, duyulmamak, hissedilmemek… Oysa bir toplumun en hakiki aynası, çocuklarına ne sunduğunda değil; çocuklarının gözünden nasıl göründüğündedir. Eğer bu aynada kaygı, belirsizlik ve yalnızlık görünüyorsa; artık sorunu sistemin dışında aramak, sadece zaman kaybıdır. Çünkü mesele, çocuklara daha fazla “şey” vermek değil; onlardan eksiltmediğimiz insanlık, umut ve inanç duygusudur. Gerçek bir gelecek, çocukların omzuna yük değil; kanat olduğumuzda mümkün olacak.

Instagram

X

LinkedIn

Bu makalede öne sürülen fikir ve yaklaşımlar tamamıyla yazarlarının özgün düşünceleridir ve Onedio’nun editöryal politikasını yansıtmayabilir. ©Onedio

Kaynak: Onedio

Yorum gönder